Sait Faik Nedir?
Sait Faik Nedir?, Sait Faik Nerededir?, Sait Faik Hakkında Bilgi?, Sait Faik Analizi? Sait Faik ilgili Sait Faik ile ilgili bilgileri sitemizde bulabilirsiniz. Sait Faik ile ilgili daha detaylı bilgi almak ve iletişime geçmek için sayfamıza tıklayabilirsiniz. Sait Faik Ne Anlama Gelir Sait Faik Anlamı Sait Faik Nedir Sait Faik Ne Anlam Taşır Sait Faik Neye İşarettir Sait Faik Tabiri Sait Faik Yorumu
Sait Faik Kelimesi
Lütfen Sait Faik Kelimesi İle ilgili Daha Fazla Bilgi Almak İçin Kategoriler Sayfamıza Bakınız. Sait Faik İlgili Sözlük Kelimeler Listesi Sait Faik Kelimesinin Anlamı? Sait Faik Ne Demek? ,Sait Faik Ne Demektir? Sait Faik Ne Demektir? Sait Faik Analizi? , Sait Faik Anlamı Nedir?,Sait Faik Ne Demektir? , Sait Faik Açıklaması Nedir? ,Sait Faik Cevabı Nedir?,Sait Faik Kelimesinin Anlamı?,Sait Faik Kelimesinin Anlamı Nedir? ,Sait Faik Kelimesinin Anlamı Ne demek?,Sait Faik Kelimesinin Anlamı Ne demektir?
Sait Faik Bu Kelimeyi Kediniz Aradınız Ve Bulamadınız
Sait Faik Kelimesinin Anlamı Nedir? Sait Faik Kelimesinin Anlamı Ne demek? , Sait Faik Kelimesinin Anlamı Ne demektir?
Demek Ne Demek, Nedir? Tdk'ye Göre Anlamı
Demek kelimesi, dilimizde oldukça kullanılan kelimelerden birisidir. TDK'ye göre, demek kelimesi anlamı şu şekildedir:
Söylemek, söz söylemek - Ad vermek - Bir dilde karşılığı olmak - Herhangi bir ses çıkarmak - Herhangi bir kanıya, yargıya varmak - Düşünmek - Oranlamak - Ummak, - Erişmek - Bir işe kalkışmak, yeltenmek - Saymak, kabul etmek - bir şey anlamına gelmek - öyle mi, - yani, anlaşılan - inanılmayan, beklenmeyen durumlarda kullanılan pekiştirme veya şaşma sözü
Sait Faik Bu Kelimeyi Kediniz Aradınız Ve Bulamadığınız İçin Boş Safyadır
Demek Kelimesi Cümle İçerisinde Kullanımı
Eskilerin dediği gibi beşer, şaşar. - Muşmulaya döngel de derler.
Kamer `ay` demektir. - Küt dedi, düştü. - Bu işe herkes ne der? - Güzellik desen onda, zenginlik desen onda. - Bundan sonra gelir mi dersin? - Saat yedi dedi mi uyanırım. - Kımıldanayım deme, kurşunu yersin. Ağzını açayım deme, çok fena olursun. - Yarım milyon dediğin nedir? - Okuryazar olmak adam olmak demek değildir. - Vay! Beni kovuyorsun demek, pekâlâ! Sait Faik - Demek gideceksin.
Demek Kelimesi Kullanılan Atasözü Ve Deyimler
- dediği çıkmak - dediğinden (dışarı) çıkmak - dediğine gelmek
- dedi mi - deme! - demediğini bırakmamak (veya koymamak) - deme gitsin - demek istemek , - demek ki (veya demek oluyor ki) , - demek olmak , - dememek - der oğlu der - deyip de geçmemek - diyecek yok - dediği çıkmak , {buraya- - dediğinden (dışarı) çıkmak - dediğine gelmek i, - dedi mi , {buraya- - deme! - demediğini bırakmamak (veya koymamak) - deme gitsin , - demek istemek - demek ki (veya demek oluyor ki) - demek olmak - dememek - der oğlu der - deyip de geçmemek - diyecek yok
Sait Faik
Sait Faik Nedir? Sait Faik Ne demek? , Sait Faik Kelimesi İle ilgili Daha Fazla Bilgi , Almak İçin Kategoriler Sayfamıza Bakınız. İlgili Sözlük Kelimeler Listesi
Sait Faik Kelimesinin Anlamı? Sait Faik Ne Demek? Sait Faik Ne Demektir? ,Sait Faik Analizi? Sait Faik Anlamı Nedir? Sait Faik Ne Demektir?, Sait Faik Açıklaması Nedir? , Sait Faik Cevabı Nedir? , Sait Faik Kelimesinin Anlamı?
Sait Faik Abasıyanık | |
---|---|
Doğum | 18 Kasım 1906 Adapazarı, Osmanlı İmparatorluğu |
Ölüm | 11 Mayıs 1954 (47 yaşında) İstanbul, Türkiye |
Defin yeri | Zincirlikuyu Mezarlığı, İstanbul |
Takma adlar | Adalı,[1] S.F.[2] |
Meslek | Hikâye yazarı, romancı, şair |
Milliyet | Türk |
Akrabalar | Mehmet Faik Abasıyanık (babası) Makbule Abasıyanık (annesi) Ahmet Faik Abasıyanık (amcası) |
Etkilendikleri | |
Sait Faik Abasıyanık (d. 18 Kasım[11][12] ya da 22 Kasım[13] ya da 23 Kasım 1906[14][15] – ö. 11 Mayıs 1954), Türk hikâye ve roman yazarı, şair. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından birisi olan Sait Faik,[16] çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılar nedeniyle Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olarak kabul edilir.[17]
Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yenilikler nedeniyle, "kökü kendisinde olan" bir yazar olarak kabul edilir.[18] Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, iyi ve kötü taraflarıyla, olduğu gibi ama aynı zamanda şiirsel ve usta bir dille anlattı.[19] Döneminin pek çok sanatçısından farklı olarak, kendisini Batı'daki gelişmelerle sınırlamadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi, belli bir tarzın takipçisi olmadı.[20] Asaf Hâlet Çelebi'nin ifadesiyle "Sait Faik kendi ismi içinde mahsur kalacaktır. Hele bizde son zamanlarda onun bazı raté taklitleri türemekle beraber muhakkak ne kendisinden evvel ve ne de sonra ona yakın kimse gelmedi."[21]
Toplumsal sorunlara değil, bireyin toplum içindeki sorunlarına eğilen Sait Faik, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkarak insanın hakikatini anlamaya çalıştı.[22] Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını, balıkçı, işsiz, tacir, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı.[22] İnsanların yaşama biçimlerini, arzularını, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.[23]
1929 yılında başladığı yazı hayatı boyunca "sorumlu avare", "gözlemci balıkçı", "çakırkeyf sirozlu", "küfürbaz şair", "müflis tacir", "züğürt yazar", "hamdolsun diyemeyen rantiye", "anadan doğma çevreci" gibi sıfatlarla anılan Sait Faik'in tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içeriyordu.[17] Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü tarzı ile kaynaştırdı.[17] Yazarın, anlık heyecanlarını yansıtan, izlenimci ve fovist ressamların üslubunu anımsatan bir tarzı olduğu söylenmiştir.[24]
Kendi özgün dilini oluştururken André Gide,[8] Comte de Lautréamont[9] ve Jean Genet[10] gibi isimlerden etkilenen Sait Faik, kendisinden sonra gelen Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu ve Demir Özlü gibi yazarlara ışık tuttu.[25] Ölümünün ardından Burgaz Adası'ndaki evi müzeye dönüştürülen yazar adına her sene Sait Faik Hikâye Armağanı verilmektedir.[26][27]
Sait Faik, 18 Kasım 1906 tarihinde, dedesi Seyyid Ağa'nın Adapazarı Semerciler Mahallesi'nde bulunan evinde dünyaya geldi.[11] Seyyid Ağa, Adapazarı'nın önde gelenlerinin toplandığı bir kahve işletiyordu.[29] Sait Faik'in babası Mehmet Faik Bey, annesi ise kentin ileri gelenlerinden[30] Hacı Rıza Efendi'nin kızı Makbule Hanım'dır. Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında bir sene boyunca (1922) Adapazarı belediye başkanlığını yürüten[31] Mehmet Faik Bey'e, Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’ndeki hizmetlerine karşılık İstiklal Madalyası verilmiştir.[32][33] Yazarın amcası Ahmet Faik de tıpkı babası gibi Adapazarı belediye başkanlığı yaptı, daha sonra ise milletvekilliği görevinde bulundu.[34]
Sait Faik doğduğunda, kendisine Mehmet Sait ismi verildi. Sonraki yıllarda yazar, ismine babasının adını ekleyip Mehmet'i atarak Sait Faik adını kullanmaya başladı.[35] Abasızzadeler[36] ya da Abasızoğulları[15] olarak anılan aile, Soyadı Kanunu çıktığında, Sait Faik'in isteği ile Abasıyanık soyadını aldı.[37]
1910 yılında, Sait Faik'in babasının tahrirat kâtibi olarak Karamürsel'e tayini çıktı. Üç sene boyunca bu kasabada yaşayan aile 1913 yılında Adapazarı'na geri döndü.[38] Mehmet Faik Bey kereste ve ceviz kütüğü ticareti ile uğraşmaya başladı.[39]
Yazar, ilköğrenimini yabancı dilde eğitim veren Rehber-i Terakki isimli özel okulda tamamladı. Bu okul yabancı dilde eğitim verdiği için şehirde Gâvur Mektebi olarak anılıyordu.[40] Sait Faik daha sonra, çocukluğunda "haşarı bir burjuva çocuğu" olduğunu yazacaktı.[41] Arkadaşları, o dönemde yazarı "Abasızın Mançuko" olarak çağırırdı.[42]
İlköğrenimi sırasında anne ve babası geçimsizlik sebebiyle ayrıldı. Üç buçuk yıl süren ayrılık döneminde Sait Faik, babası ile birlikte yaşadı,[34] annesini ancak haftada bir görebiliyordu. Rehber-i Terakki'yi bitirdikten sonra Adapazarı İdadisine girdi. 1920'de Yunan işgali sebebiyle eğitimine ara vermek durumunda kaldı. Bu dönemde Abasıyanıklar diğer akrabalarıyla birlikte önce Düzce'de, ardından Bolu'da, son olarak da Hendek'te yaşadılar.[38] Sait Faik, işgalin sona ermesinden sonra Adapazarı'na dönünce idadi eğitimine devam etti.
Abasıyanık ailesi 1924 yılında, oğullarının lise eğitimi için İstanbul'a göç etti. Şehzadebaşı semtinde, Bozdoğan Kemeri yakınındaki Kirazlı Mescit Sokak'ta, 7 numarada oturmaya başladılar.[43] Sait Faik de İstanbul Erkek Lisesinde okumaya başladı.[44]
Onuncu sınıfa kadar bu okula devam eden Abasıyanık, Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi'nin sandalyesine iğne koydukları için, 41 arkadaşıyla beraber okuldan atıldı[44][46] ve öğrenimini Bursa Erkek Lisesinde tamamladı. İlk hikâyesi İpekli Mendil'i bu okulda, edebiyat ödevi olarak yazdı.[47] İpekli Mendil, Varlık dergisinin 15 Nisan 1934 tarihli 19. sayısında yayımlandı. Uçurtmalar ve Zemberek hikâyelerini de gene Bursa'da kaleme aldı.
Edebiyat öğretmeni Hakkı Süha Gezgin, Bursa Lisesindeki Sait Faik'i "sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız" olarak anlatır.[48] Lise eğitimindeki aksaklıklar ve isteksizliği yüzünden parlak bir eğitim hayatı olmadı.[49]
1928 yılında liseyi bitirip İstanbul'a döndü ve yazmaya devam etti. Yazdığı hikâyeleri ve şiirleri çeşitli dergilere ve gazetelere gönderiyordu.[50] Aynı yılın sonunda girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine iki sene devam ettikten sonra Uygurca öğrenmek istemediği için ayrıldı.[51] 9 Aralık 1929'da Uçurtmalar isimli hikâyesi Milliyet gazetesinde yayımlandı.[52] Sait Faik, İstanbul Üniversitesinde okuduğu dönemde sık sık Beyoğlu'nda dolaşıyor, evinin ve okulunun yakınındaki Şehzadebaşı kıraathanelerine gidiyordu. Sanat ve edebiyat çevreleriyle o günlerde tanışmaya başladı.[53] 9 Eylül 1930 ile 23 Eylül 1930 tarihleri arasında, on öyküsü ve bir yazısı Hür Gazete'de yayımlandı. Yazar, bu öykülerin hiçbirini kitaplarına almadı. Eserlerinin basılmaya başladığı o günlerden hayatının son anına kadar Hüsamettin Bozok'un ifadesi ile "genç hikâyeci" damgasını, "acı bir gülümseme" ile taşıdı.[54][55]
1931 yılında babasının isteği üzerine iktisat okumak üzere İsviçre'nin Lozan şehrine gitti. 15 gün kaldığı şehrin sıkıcılığından bunalarak[56] Fransa'nın Grenoble şehrine geçti. Bu şehirde Fransızca öğrenmek amacıyla Champollion Lisesine devam etti. Ardından, üç dönem boyunca Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okudu.[57] Yazar, Alpler'in eteklerinde kurulmuş, çeşitli endüstri ve bilim kurumlarıyla tanınan Grenoble'de üç seneden fazla yaşadı. Orada bulunduğu günlerde Paris'i, Lyon'u, Strazburg'u ziyaret etti,[58] kısa bir süre amcasının yanına, Milano'ya gitti. 1932 yaz tatilinde İstanbul'a geldi, 1934 yılında ise ailesinin isteğiyle Orta Avrupa üzerinden Tuna Nehri yoluyla İstanbul'a geri döndü. Ailesinin yeni taşındığı, Nişantaşı'nda Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı'na yerleşti.[59] Bursa Erkek Lisesinden sonra İstanbul'da ve yurt dışında gittiği okulları diploma alamadan terk etmiş oldu.
Yazar, 1934 yılında İstanbul'a döndükten sonra Halıcıoğlu'ndaki Ermeni Yetim Mektebinde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Okula sürekli geç kalan Sait Faik'in ay sonunda gecikmeleri hesaplanıp maaşından düşülmüştü.[60] Bu yüzden okulda çalıştığı ilk ay eline sadece 13 lira geçti.[60] Öğrenciler üzerinde hâkimiyet kuramaması okul idaresi ile tartışmasına yol açıyordu.[59] Hem yaşadığı disiplin problemleri, hem de babası Mehmet Faik'in kendisine bir zahire alım satım dükkânı açması sebebiyle öğretmenlikten ayrıldı.[61] İleriki günlerde bu durumu "anladım ki öğretmenlik benim harcım değildi" diyerek açıklayacaktı.[62]
Babası, onu ortaklarından Ali Emali'yle birlikte çalışması için dükkâna yerleştirdi.[59] Sait Faik, işlerle ilgilenmediği için altı ay sonra dükkânı babasına boş olarak teslim etti.[59] Aynı dönemde babası ileriki yıllarda Sait Faik'in yerleşeceği, Şişli Kırağı Sokak’taki İkbal Apartmanı’nı satın aldı.
Sait Faik yazmaya ağırlık vermişti. Ayrıca André Gide'den çeviriler yapıyordu. Fransa anılarından oluşan öyküleri Varlıkdergisi'nde yayınlandıktan sonra, 1936 yılında babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı Semaver'i Remzi Kitabevi'nden çıkardı.[63] İlk kitabının yayınlanmasından büyük bir sevinç duyan Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra Hallaç isimli öyküsünde anlattı. Semaver'in çıkışından sonra yazmaya devam etti fakat bir mektubunda da söylediği gibi, aylaklığı sebebiyle yazdıklarını orada burada unutuyordu.[61][64] Yazdıklarının fazla ilgi görmemesi yüzünden küskünlük ve kırgınlık duyuyordu.[65]
O günlerde askere çağrıldı. Asabiye kliniğinden aldığı rapor sayesinde askerlikten muaf tutuldu.[66] Bu raporun varlığını onaylayan Yaşar Nabi konuyla ilgili "Askerlik yapmamıştı. Ruh hastası olduğuna dair asabiyecilerin verdiği bir rapor askerlikten ihracını temin etmiş. Bir tıbbi gerekçeye mi dayanıyor yoksa hatır için mi verilmiş, bilmiyorum" açıklamasını yaptı.[67] Sait Faik'in söz konusu raporu bir kavga sırasında cebinden çıkarıp Aziz Nesin'e gösterdiği bilinmektedir.[66]
Eylül 1937'de ikinci kez yurt dışına çıkarak Marsilya'ya gitti. Bu şehirde 18 gün kaldıktan sonra İstanbul'a geri döndü.[68] 1938 yılında, babası Burgaz Adası'nda, Çayır Sokak 15 numaradaki köşkü satın aldı ve aile bu köşke taşındı. Mehmet Faik Bey, 29 Ekim 1938'de bu köşkte, yakalandığı ağır bronşitten kurtulamayarak öldü. Sait Faik, babasının ölümünden sonra kışları Nişantaşı'ndaki apartmanlarında, yazları ise Burgaz Adası'nda yaşamaya başladı.
Abasıyanık, on altı hikâyeden oluşan ikinci kitabı Sarnıç'ı 1939 yılında Çığır Kitabevi'nden çıkarttı.[69] Kitabın kapağında adı "Said Faik" olarak yazılmıştır. Bu kitabında da tıpkı ilk kitabı Semaver'de olduğu gibi, Adapazarı ve Bursa'da geçirdiği çocukluk günleri ile hem İstanbul'daki hem de yurt dışındaki yaşamında yaptığı gözlemlere yer verdi.[70]
Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan'da diğer iki kitabının aksine Fransa'da gözlemlediği olaylara yer vermedi. Yazar, bu kitapta yer alan Çelme isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askerî mahkemeye verildi.[71] Bu öykü ilk olarak 22 Mart 1937'de Kurun gazetesinde, ikinci olarak ise 15 Haziran 1940'ta Varlık dergisinde yayınlanmıştı.[71] Sait Faik, 10 Eylül 1940'ta yapılan duruşmaya katılmak üzere bizzat Ankara'ya gitti. Oğlunun mahkemeye düşmesine en az onun kadar üzülen annesi Makbule Hanım da, yazarı yalnız bırakmadı. Avukatlığını kendisi de şair olan Fuat Ömer Keskinoğlu yaptı. Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır, dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Münir Paşa'yla temasa geçerek Sait Faik için destek bulmaya çalıştı. Orhan Veli Kanık, Abasıyanık'a o dönemde yazdığı bir mektupta "... bu arada Çelme hikâyesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara küfrettim. Harika hikâye azizim." diye yazarak arkadaşına destek oldu.[72]
Yazarın ilk kitabını öven Peyami Safa ise bu olaylar sonrasında Abasıyanık'ı Marksçıların ardına takılmakla suçladı.[65] Bu suçlamayı duyan Yaşar Nabi'nin yorumu "Peyami Safa edebî günahlarına bir yenisini ekliyor" oldu.[73] Sonuçta, yazar davadan beraat etti. Fakat bu olay sonrasında annesi yazma hevesinin başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığını iddia ederek oğlunun yazarlığa devam etmesine karşı çıktı.[74]
Sait Faik, Çelme hikâyesi yüzünden yargılanmasının etkisi ve bu olayın annesini üzmesi sebebiyle uzun süre kitap çıkartmadı.[65] 28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, bir uğraşı olması için Haber-Akşam Postası isimli gazete adına muhabirlik yaptı. Mahkemelerde röportaj yapan yazar, bu röportajlarına gözlemlerini de katarak Mahkemelerde başlığı ile yayınlıyordu.[75] Abasıyanık bu işe bir ay dayanabildi. Bu süre zarfında 28 mahkeme röportajı yazdı.[76] Hikâye tadındaki bu yazıları, 1956 yılında Varlık Yayınları, Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaştırdı.[77] Çok aktif bir yazı hayatının olmadığı 1940 ile 1948 yılları arasında Yürüyüş, Büyük Doğu, İnkılapçı Gençlik, Servet-i Fünun gibi dergilerde hikâye yayınlamaya devam etti.
Muhabirlik yapmadan önce, 4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında, Yeni Mecmua'da, derginin 75. sayısından 95. sayısına kadar 19 bölüm hâlinde yayınladığı Medarı Maişet Motoru'nu 1944 yılında kitap olarak bastırmaya karar verdi.[78] Fakat hiçbir yayınevi kitabı yayınlamayı istemedi. Sonunda Yokuş Kitabevi'nin sahipleri Agop Arad ve Burhan Arpad'ın yardımı ve annesinin maddi desteğiyle kitabı yayınladı. Ancak Medarı Maişet Motoru, kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı. Sait Faik, Medarı Maişet ismini ilk kez Vakit gazetesinde yayınlanan Bir Balık Avı Hikâyesi'nde kullandı. Hakkı Süha Gezgin'in söylediğine göre yazar bu sözcüğü çok seviyordu.[79] Kitap, 1952 yılında, Varlık Yayınları tarafından yeniden basılırken Abasıyanık, kitabın ismini Birtakım İnsanlar, romanda geçen Medarı Maişet motorunun ismini ise Ceylan-ı Bahri olarak değiştirdi.[79] Medarı Maişet Motoru'nun ilk baskısı sadece 99 adet satılmıştır.[80]
Çelme olayının ardından Medarı Maişet Motoru da asılsız bir ihbar sebebiyle toplatılınca yazarın yazın hayatı bir kere daha yavaşladı. Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak aylak geziniyordu. Beyoğlu'na sık gittiği bu dönemde Şişli'de İkbal Apartmanı'ndaki evlerinde kalıyordu. Bekâr hayatından sıkıldığında ise Ada'ya annesinin yanına dönüyordu.[74] Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin etkisini taşıyan[65] hikâyelerden oluşan kitabı Lüzumsuz Adam'ı 1948 yılında yayımladı. Sait Faik, kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yazdığı günlerde ona isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali'den duyduğu Lüzumsuz Adam ismini önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik, onu kullandı.[81]
Hastalığın belirtileri 1945 yılında ortaya çıkmıştı. Amcasının oğlu Mustafa Raşit Abasıyanık'ın söylediğine göre 1947 yılında, burnundan ara sıra kan gelmeye başlayan Sait Faik, aynı zamanda yazar da olan doktor arkadaşı Fikret Ürgüp'e muayene olmuş ve karaciğerinin büyüdüğü ortaya çıkmıştı.[82] Bunun üzerine çok düşkün olduğu içkiyi kesip perhize başladı. Arada sırada gelen sıkıntıları ve tehlikeli krizleri de bu yolla atlatmaya çalıştı. 1948 yılında hastalığının siroz olduğu kesinleşti. Bu arada, 1950 yılında Mahalle Kahvesi, Varlık Yayınları tarafından yayımlandı. Sık sık doktorlara görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine, amcası ve Samet Ağaoğlu'nun desteği[83] ve Doktor Kazım İsmail Gürkan’ın tavsiyesiyle, Doktor Justin Besançon’a muayene olmak için 31 Ocak 1951'de Paris'e gitti. Paris'te sadece beş gün kalıp İstanbul'dan uzakta öleceği korkusu ve tedavinin ağırlığı nedeniyle geri döndü. Sait Faik, daha sonra amcasına yazdığı bir mektupta geri dönüş sebebini, doktorlarla olan konuşması üzerine hastaneye yatmaya karar verildikten sonra düştüğü panik ve yaşadığı kriz olarak açıkladı.[84] Paris'teki doktorlar, Sait Faik'e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı.[85] Fransa'dan döndükten bir hafta sonra pişman oldu. Annesinin de baskısıyla, Paris'e geri dönme ve tedaviye devam etme arzusunu ölene kadar muhafaza etti.[85]
Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen Sait Faik, bir yandan da yazarlık kariyerinin en verimli günlerini geçiriyordu. Önce 1951'de Varlık Yayınları'ndan Havada Bulut ve Kumpanya, ertesi yıl yine aynı yayınevinden Havuz Başı ve Son Kuşlar yayımlandı. Yazılarında ölüm teması görülmeye başlandı. İlk zamanlar oyalanmak için sık sık resim sergilerine, şiir toplantılarına ve tiyatroya giderken daha sonraki günlerde, çok sevdiği İstanbul'dan nefret etmeye başladı.
1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mark Twain Cemiyeti, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü yazara onur üyeliği verdi. Sait Faik'ten önce Türkiye'den Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı çıksa da yazarın sevinerek aldığı bilinmektedir.[86] Mark Twain Cemiyeti üyesi olan Halide Edib Adıvar, derneğin Türkiye'de bu ödülü kime verebileceğini araştırırken Vedat Günyol Halide Edip'e, bu kişinin Sait Faik olabileceğini söylemişti. İlgililer konuya eğilip araştırdılar ve yazarı ödüle layık gördüler.[87] Sait Faik ödülle ilgili olarak "Demek ki şimdiden sonra, dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete, dünyanın dört bucağından kendi hâlinde hikâyeciler de seçilecek" açıklamasını yaptı.[88]
1953 yılında, ikinci romanı Kayıp Aranıyor, Varlık Yayınları'ndan, tek şiir kitabı olan Şimdi Sevişme Vakti ise Yenilik Yayınları'ndan çıktı.23 Ocak 1953'te Paris'e gidebilmek için bir kere daha pasaport aldı. Sanatı hanesinde “yok” yazan bu pasaportu hiç kullanamadı.[85] Ölümünden kısa bir süre önce yazarla Burgaz Adası'nda karşılaşan Nurullah Ataç, Sait Faik'i "dudakları büsbütün incelmiş, kupkuru ve benzi sapsarı" bulmuştu.[89]
1954 yılında Alemdağ'da Var Bir Yılan ve Georges Simenon'dan çevirdiği Yaşamak Hırsı isimli kitaplar çıktı.
5 Mayıs 1954 günü yemek borusu kanaması nedeniyle komaya girdi. Doktor Ahmet Erbelger tarafından acilen Şişli'deki Marmara Kliniğine kaldırıldı. Beş gün süren krizler nedeniyle yazara kan verilmesi de gerekti.[86] Yapılan bütün müdahalelere rağmen, 10 Mayıs'ı 11 Mayıs'a bağlayan gece saat 02.35'te aynı klinikte öldü. 12 Mayıs 1954 günü saat 11.00’de Sait Faik’in naaşı Marmara Kliniğinden alınarak Şişli Camii'ne getirildi. Burada kılınan namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Naaşı, mezarlığa götürülürken Abasıyanık'ın isteği üzerine Kırağı Sokağı'ndaki evlerinin önünden geçirildi.[90]
Ölümünün ardından aynı yıl, Az Şekerli isimli kitabı Varlık Yayınları tarafından yayımlandı.
Sait Faik, eserleri ile kişiliği arasında yakın ilişki bulunan sanatçılardan biriydi.[92] Yazar, hayatı boyunca çevresine uyum sağlayamamıştı ve bu uyuşmazlık onun her şeyden şikâyet etmesine sebep oluyordu.[92] Hikâyelerindeki karakterlerde olumsuz yön aramaması ve onları iyi yanları ile göstermesinin sebebinin, yazarın ideale ulaşma arzusu olduğu söylenir.[92] Annesi Makbule Hanım'ın "Şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu hâlde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi"[93] tespitlerine katılan Yaşar Nabi Nayır ise Abasıyanık hakkında "Aristokrat değildi. Halktan üstün görünmeye çalışandan hoşlanmazdı. Herkes gibi olmak, herkese uymak isteği onda sonradan edinilmiş bir his değildir. Doğuştan gelme bir tabiattır." dedi.[94]
Abasıyanık'ın psikolojik özelliklerine dair bir deneme yazan Fikret Ürgüp, sanatçının karakteriyle ilgili iki noktanın üzerinde durdu. Bunlardan birincisi annesinin ilgisi ve babasının aşırı ilgisizliğinin oluşturduğu iç çatışmalar ile yazarın "çekingen, kendisini çevresinden ve kendisinden gizleyen, anlamak ve anlaşılmak istemeyen" bir kişiliğe sahip olduğuydu.[95] Ürgüp ayrıca, Sait Faik'i hayatı boyunca koruyan annesinin, aynı zamanda yazarın kendine olan güveninin gelişmesine engel olduğunu belirtti.[95]
Hakkında söylenen yergiler kadar övgülere de karşı çıkan Abasıyanık, yazarlığından söz açıldığında işi kavgaya kadar götürüp bulunduğu yeri terk ederdi.[96] Sanatkâra ait bu tarz uyuşmazlıklarla ilgili olarak Fikret Ürgüp "Münakaşalı durumlarda, ilkel iç tepkimelerden kuvvet alarak haşin, kavgacı ve isyankâr olur ve kimseye güvenmediğini belli ederdi. İnsanlara ve topluma inanmadığı için kendisi gibi, geleneklere isyan edip o zamana kadar kabul edilmemiş hırsızları, cinsel sapıkları, toplumun içinden attığı kimseleri anlayıp onlarda yaşama hakkını savunan yazarları sever ve okurdu. (Gide ve Genet gibi)" dedi.[95]
Sait Faik'in hayatındaki en önemli insan annesi oldu.[30] Yazar, ölene kadar annesi ile birlikte yaşamayı sürdürdü. Yaratılışındaki uyumsuzluk sebebiyle kimseyle uzun süreli dostluklar kuramasa da pek çok arkadaşı olan, herkesle tanışık bir insandı.[12] Burgaz Adası'ndaki balıkçılar ve esnafla zaman geçirdiği gibi, sanat dünyasından Hüsamettin Bozok, Özdemir Asaf, Orhan Kemal, Mücap Ofluoğlu, Adalet Cimcoz, Oktay Akbal, İlhan Berk, Orhan Veli, Tarık Buğra ve Abidin Dino gibi pek çok isimle de yakın arkadaştı.[12]
Üç kez evliliğe yaklaşan Sait Faik hiç evlenmedi.[97] İlk evlilik teşebbüsünü annesi onaylamadı, ikincisinde ise teklifi reddedildi.[97] Annesinin isteği üzerine nişanlanan Sait Faik'in bu nişanı on ay sürdü.[97] Vedat Günyol, arkadaşının kimseye anlatmayı sevmediği aşk hayatını öykülerinde dile getirdiğini belirterek yazarın aslında eşcinsel olduğunu açıkladı.[8] Günyol, yazarın eşcinselliğinin, halkın gözündeki itibarını kaybetmemesi için sanat çevrelerince gizlendiğini söyledi.[8] Günyol'un bu açıklamalarına katılan Fethi Naci, Sait Faik'in ölümüne yakın yazdığı öyküleri değerlendirirken yazarın cinsel yönelimini de göz önünde bulundurdu, Abasıyanık'ın son dönem öykücülüğünde söyleyeceklerini söyleyebilmek için hikâyelerinin biçimini değiştirerek gerçeklik duygusu uyandırma isteğinden vazgeçtiğini vurguladı.[98]
Abasıyanık'ın öykücülüğü üç dönemde incelenebilir: 1936 - 1940 tarihleri arasındaki ilk dönem hikâyeleri, 1948'de Lüzumsuz Adam kitabıyla başlayıp 1952'de yayınladığı Son Kuşlar'a kadar devam eden ikinci dönem hikâyeleri ve bu tarihten ölümüne kadar süren, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki hikâyelerle örneklenebilecek son dönemi.
Sait Faik'in ilk üç hikâye kitabı olan Semaver (1936), Sarnıç (1939) ve Şahmerdan (1940) yazarın hikâyeciliğinin ilk dönemi olarak kabul edilir.[100] Yazar, bir sonraki hikâye kitabı Lüzumsuz Adam'ı üçüncü kitaptan sekiz sene sonra, 1948 yılında çıkartmıştır. Bu dönemde, Sait Faik'in dilinde, üslubunda, hikâyelerinin kahramanlarında, geçtikleri çevrede büyük değişiklikler oldu. Ayrıca, yazarın yasaklara ve toplum baskısına karşı duruşu, özgürlük ve ahlak anlayışı da farklılaştı.
Yazarın ilk dönem hikâyelerindeki ortak özelliklerinden biri içerdikleri insan sevgisidir.[101] Sait Faik yazdığı ilk hikâyelerde zenginlere kızmakta, emekçileri yüceltmektedir. Karakterleri ise geneli yansıtmaktadır.[102] Öykülerinde anlattığı tipleri toplumda sıkça karşılaşılan insanlardan seçmesi, onu bir taraftan Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Refik Halit Karay gibi yazarlara yaklaştırırken, diğer yandan Sabahattin Ali'nin öncülüğünü yaptığı "sosyal gerçekçiliğe" bağlamaktadır.[103] Yazar küçük insanların dünyasına yönelirken uzun süre düşünüp bilimsel eserler okumamıştır.[104] Anlattığı küçük insanların ekmek kavgasına ya da sınıf çatışmalarına yönelik ideolojik sanatın dışında kalmış, kavgasız, şikâyetsiz küçük insanların mutlu dünyasını resmetmeye çalışmıştır.[102] Bu yüzden de onun gerçekçiliği, "beş duyu gerçekçiliği"dir.[104]
Tahir Alangu'ya göre "Eskilerin varlıklarından bile haberdar olmadığı 'küçük adamları' edebiyatımıza ilk getiren o olmadıysa bile iyice yerleştiren, bilinmeyeni gösteren, güçlü bir akım hâline getiren, en güzel hikâyelerini yazan" Sait Faik olmuştur.[105] Bu ilk döneminde, Abasıyanık "fakir insan iyi insandır" genellemesinden çabuk kurtulup çalışana duyduğu sevgiyi soyutlaştırarak insan sevgisine dönüştürdü. Bu aşamadan sonra öykülerinde kişilerin iyiliğini ve onları ne kadar sevdiğini anlatmaya başladı. Sevgide evrenselliği yakalayan yazar dil, din ve millet farkı gözetmeksizin insanlara eşit şekilde yaklaştı.[106] Örneğin, Şahmerdan'daki öykülerde yazar, sevdiği insanların dünyalarını tanımak için sürekli gezer.[107]
Abidin Dino'nun, 1 Eylül 1940'ta tek sayı olarak çıkardığı Küllük dergisinde, dönemin ünlü yazarlarının, Sait Faik ve Sabahattin Kudret Aksal'ı değerlendirdiği yazıda Asaf Hâlet Çelebi, Sait Faik'in edebiyatını şöyle tarif eder: "Sait, uyuşuk ve donuk gibi görünen bir kalıp içinde korkunç bedbinlikler ve acı bir melal taşır. Bununla beraber kayıtsız görünmek ister. Sait Faik'in nüvelerinde yalnız insanlar değil, kediler bile morbide bir yaradılıştadır, buna rağmen o, bu şahsiyetlerin maraziliklerini göstermeğe çalışmaz; onlar kendi kendilerini gösterirler, tahlil ederler. Sait Faik, yazdığı şeylerle alakası yokmuş gibi durur, hâlbuki bütün yazıları münhasıran kendisini anlatır. 0, bir conscience onirique içinde, daima rüya gören bir adam gibidir. Onun en çok sevdiğim tarafı da için için kendisiyle alay etmesidir."[21]
Bu hikâyelerde olayların geçtiği yerler de değişiklik gösterir. Bu dönemde çıkan üç kitabındaki 54 hikâyeden 16'sında olaylar kentte, 12'sinde Burgaz Adası'nda, 8'inde köyde, 8'inde yabancı ülkelerde, 6'sında kasabada, ikisinde vapurda, birinde trende, birinde de okulda geçmektedir.[108]
Sait Faik hikâyelerinde bir "dil savrukluğu" ve "bol Türkçe yanlışı" olduğu konusunda yaygınlanmış bir kanı vardır.[109] Oysa, bu dönemki kitaplarından Semaver'de 4 Türkçe yanlışı, Sarnıç'ta 2 Türkçe yanlışı, Şahmerdan'da ise 1 Türkçe yanlışı vardır.[109]
Bu dönem hikâyelerinin çoğunun cümle yapısı klasiktir. Sait Faik, bu dönemde tamamen şahsıyla özdeşleşecek bir özellik göstermediği gibi, anlatımda genellikle konuşma dilinin canlılığından yararlanmamıştır.[107] Yine de bu durumun istisnaları vardır. İkinci dönem hikâyeciliği ile birlikte ortaya çıkacak "Sait Faik dili"nin coşkulu ve şiirli havasına, az da olsa, ilk dönem hikâyelerinde de rastlanır.[110]
1948 yılında yayınlanan Lüzumsuz Adam isimli hikâye kitabıyla birlikte, yazarın hikâyeciliğinde orta dönemin başladığı kabul edilir.[111] Bu dönem 1952'de yayınlanan Son Kuşlar'a kadar sürer.
Sait Faik'in bu döneminde, en büyük değişiklik dilinde oldu ve yazar "özgür hikâye" anlayışı ile yazmaya başladı.[112] Abasıyanık, klasik cümle yapısına son vererek devrik cümle ve argo kullanmaya, günlük konuşma dilinden çokça yararlanmaya başladı.[111] Yazar, ilk hikâyelerinde rastlanan mekânlardan olan yurt dışındaki şehirlere ve Anadolu'daki köylere bu dönem öykülerinde çok az yer verdi.
Sanatçının Adapazarı ve Bursa'da geçen çocukluk günleri ile yurt dışında geçirdiği zamana ait anılara fazla yer vermemesi, hikâyelerde geçmiş zaman kipine fazla rastlanmamasına sebep oldu. Sait Faik, bu dönemki hikâyelerinde çoğunlukla şimdiki zaman kipini kullanmayı tercih etti. Orta döneme ait çalışmaların dikkat çeken bir diğer özelliği ise Sait Faik'in "ve" bağlacını kullanmamaya gösterdiği özendir. Yazarın bu özeninde kendine Nurullah Ataç'ı örnek aldığına inanılır.[111]
Abasıyanık'ın ilk çalışmalarında rastlanan "insan sevgisi" teması bu çalışmalarında yerini boşvermişliğe, insan korkusuna, kent nefretine ve umutsuzluğa bıraktı.[113] Sait Faik'in artık daha karamsar olmasının ve gelecek umudunun yok olmasının sebebini, onu ölüme götürecek olan siroz hastalığına bağlayanlar vardır.[113] Bu dönemki eserlerinde, yazarın içine kapandığı, yalnızlığından, kendi sorunlarından bahsettiği görülür ve çoğunlukla anlatıcı kendisidir.[114]
Sanatçının hem orta dönem hem de son dönem öykülerinde görülen bir diğer özellik ise eserlerin şiirsel dilidir.[115] Yazar, bir mektubunda bu konuyla ilgili şu yorumu yapmıştır:
“ | Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.[115] | „ |
Sait Faik'in, Alemdağ'da Var Bir Yılan isimli kitabıyla sürrealizme geçtiği kabul edilir.[112] Vedat Günyol'a göre Sait Faik "içe tepilmiş isteklerini düşsel bir dünyada gerçek görme isteğinin verdiği dayanılmaz, ama o ölçüde olağan bir tutkuyla düpedüz kendiliğinden" sürrealizme kayıvermiştir.[116] Fikret Ürgüp de Sait Faik'in son dönem hikâyeleri hakkında Vedat Günyol'la benzer fikirdeydi. Ürgüp bu hikâyelerle ilgili olarak "Artık o eski kalıplardan kurtulmuş hikâyelerdir. Bunlara sürrealist demek yerinde olur" demiştir.[117]
Orta döneminde de birçok yenilik deneyen Sait Faik Abasıyanık, o güne kadar geliştirdikleriyle yetinmeyerek Alemdağ'da Var Bir Yılan'da daha farklı biçimler deneyip topluma ve doğaya bakmadığı açılardan baktı.[118] Ayrıca yazar, bu döneme kadar üstü kapalı anlattığı bazı duygularını divan şairlerine özgü bir pervasızlıkla yazmaya başladı.[118] Fethi Naci'ye göre Sait Faik, bu döneminde yazdığı eşcinsel temalı hikâyelerinde anlatmak istediklerini anlatabilmek için hikâyesinin biçimini bir kere daha değiştirerek somut ayrıntılardan hareket yerine imgelemi kullanmaya başladı.[98] Bu da yazarı o günlere kadar üstünde taşıdığı "gerçekçi yazar" sıfatından uzaklaştırarak "sürrealist yazar" sıfatına yaklaştırdı. Bazı eleştirmenler, yazardaki bu tarz değişikliğini onun ilerleyen sirozuna, yaklaşan ölümünün doğurduğu umutsuzluğa, toplumsal baskılara ve saygınlığını kaybetme korkusunu boşvermişliğine bağladılar.[119]
Ahmet Oktay, Sait Faik'in son dönemini şu cümlelerle yorumlar: "Rembrandt'in gençlik dönemi otoportreleri ile yaşlılık dönemi portreleri arasında gözlenen değişim, Sait Faik'in son dönem öyküleri ile önceki öyküleri arasında da görülebilir: Hazdan acıya, güvenden korkuya, inançtan kuşkuya geçiş. Hastalık, terk edilmişlik ve iletişimsizlik bakışı kuşatmış, onu yapıtın tam içinde dondurmuştur."[120]
Son dönem hikâyelerinin bir diğer ortak özelliği, birinde var olan bir karakterin diğerlerinde de kullanılmış olmasıdır. Bu hikâyelerin kahramanı çoğunlukla Panco'ydu. Panco ilk olarak Öyle Bir Hikâye'de okuyucunun karşısına çıktı. Yalnızlığın Yarattığı İnsan, Panco'nun Rüyası, Alemdağ'da Var Bir Yılan gibi pek çok öykünün de kahramanıydı.
Bu hikâyelerde yazarın, o güne kadar yazılarında sevgiyle andığı İstanbul'dan nefretle bahsettiği görülür.[121] Bu değişimin sebebini Sait Faik'in toplumdan, toplumun baskısından ve ahlak anlayışından sıkılmış olması olarak görenler vardır.[122] Yazar önceki dönemlerinde insan sevgisi konulu öyküler yazarken, bu dönemdeki umutsuzluğunu ve İstanbul'dan artık neden hoşlanmadığını şöyle açıklamıştır:
“ | Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.[122] | „ |
Sait Faik'in 2 romanı vardır: 18 Temmuz 1940 tarihinde tamamlayıp 1944'te yayımladığı Medarı Maişet Motoru ve 1953 yılında yayımladığı Kayıp Aranıyor.
Yazar, ilk romanının toplatılmasının ardından 11 Kasım 1949'da yaptığı bir konuşmada: "Medarı Maişet isminde bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı toz pembe görmüyorum diye mahkeme parası ödedim, üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!" dedi.[123] Fethi Naci, Abasıyanık'ın eserden roman değil hikâye kitabı olarak bahsetmesine dikkat çekip bu sözün rastgele mi yoksa bilinçli mi olduğunu sorguladı.[124] Çünkü bu ilk roman denemesinde Sait Faik'in başarısı tartışmalıdır.[125] Hikâyeye göre daha uzun soluklu bir tür olan, büyük bir "inşa kabiliyeti" gerektiren, uzun süreli ve sürekli bir çalışma sonucunda ortaya çıkan roman türü için Sait Faik'in mizacı uygun değildi.[126] Yazar, bir konu üzerine uzun süre odaklanamıyordu.
Dört bölüm olarak tasarlanmış Medarı Maişet Motoru'nda bölümler birbirinden bağımsızdır ve romanın yapısı tesadüfi ilişkiler üzerine düzenlenmiştir.[127] Yazarın, dikkat problemine bir diğer örnek de iki bölüm boyunca Fahri olarak geçen roman kahramanının adını üçüncü bölümde Necmi olarak anmasıdır. Bu hata ikinci baskıdan sonra düzeltilmiştir.
Sait Faik, eserde şekle bağlı kalamayıp olayları yer yer keserek okuyucuyu duyguya çektiği için olay örgüsünde bütünlüğü sağlayamadı.[128] Bu çalışma için Tahir Alangu, "Aynı çevreye bağlı, zaman zaman karşılaşan kişilerin kopuk hikâyelerinin bir roman bütünlüğünü vermeyecek kadar zayıf bağlantılarla bir araya getirilmesinden meydana gelmiş bir taslak" yorumunu yaptı.[129] Vedat Günyol ise "Sait Faik'in 'Medarı Maişet Motoru' isimli romanı, yüzünü fazlasıyla ağartacak bir deneme sayılmaz. Roman birbirini ancak tutan sahnelerden kurulu. Roman, kişilerinden Fahri'nin hayatı gibi birtakım kopuk, yarım şeritlerden meydana gelmiş." dedi.[130]
Sait Faik'in ikinci romanı Kayıp Aranıyor, roman anlatım özelliği açısından daha başarılı bulundu.[128] Yazarın roman kurgusunda daha dikkatli davranması dikkat çekti. Kadın kahraman Nevin'in erkeksi bir yapıya sahip olmasının sebebinin Nevin'in yazarı temsil etmesi olduğu iddia edildi.[131] Bu eser, Sait Faik'in romancılığı açısından bir aşama olarak kabul edilse de, roman yazmak için tahammülü ve zamanı olmayan Sait Faik'i bu edebî türde çok ileri aşamalara taşıyamamıştır.[132] Bu açıdan da Sait Faik'in roman denemeleri, "hikâyelerinin uzaması" olarak kabul edilir.[133]
Sait Faik'in şiirleri de öykülerinin havasını taşır.[134] İlk şiirlerini çocukken yazmış, bunları en yakın dostlarından bile saklamıştır.[132] İlk şiiri olan Hamal, 21 Ocak 1932'de Mektep dergisinde yayınlandı. Ayrıca, yazarın 1928'de Meş'ale dergisine 3 şiir gönderildiği bilinmektedir. Yazarın bu şiirlerle birlikte gönderdiği mektuptaki "edebiyatın bir heves, bir arzudan çok bir iç ihtilalin fışkırması olduğunu bilmez değilim, fakat her heveskâr gibi ben de içimde bir ihtilal varmış gibi yazı yazdım... Bugün size gönderdiğim, şu yazılar da o günlerin atılmayan, yırtılmayan mahsulü" satırlarından, bu eserlerin ilk şiirlerinden olduğu anlaşılmaktadır.[135] Bu 3 eser de biçim ve içerik olarak dönemin özelliklerini yansıtmaktadır. Hece vezniyle yazılmış olan bu şiirlerde, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Necip Fazıl Kısakürek'in etkileri görülmektedir.[136] Sanatçının o dönem yayınlanmayan diğer üç şiiri ise ölümünün ardından Varlık dergisinde çıktı.[137]
Uzun süre şiir yazmaya ara veren Sait Faik, 1936 tarihinde yazdığı bir makalede, gençlik döneminde yazdığı şiirleri reddedercesine, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon ve Yusuf Ziya Ortaç gibi hece vezniyle şiir yazan şairleri eleştirdi.[138] 1939'da tekrar şiir yayınlamaya başladı. 1944 yılında Söyleyemiyorum isimli eseri İşte dergisinde çıkana kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınladı. Şimdi Sevişme Vakti sağlığında yayınlanan son şiiri oldu.[139] Aynı isimli şiir kitabı 1953 yılında çıktı.
Öykü alanında belirli bir seviyeye ulaşmış, kendi özgün dilini oluşturmuş bir sanatçının, edebî yaşamının belirli bir döneminde şiire dönerek şiir kitabı yayınlamasının riskli bir teşebbüs olduğunu belirten Mehmet Kaplan, yazarın bu geçişte başarılı olduğunu belirttikten sonra "şiirlerinde de o orijinal şahsiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş, bilakis daha fazla kendi kendisi olmuş. Burada onu en öz tarafıyla karşımızda buluyoruz" demiştir.[140] Sait Faik'in şiirlerindeki dize yapısı ve biçim sorunu çeşitli eleştiriler alsa da, edebiyatçılar şiirlerinin de güçlü olduğu ve yazarın şiirleriyle sanat bütünlüğünü bozmadığı konusunda hemfikirdir.[134][141]
Sait Faik Fransızcadan çok sayıda çeviri yaptı.[142] Çevirideki serbest tutumu sebebiyle çalışmaları bir tür uyarlama olarak kabul edilen sanatçının André Gide ve Liam O'Flaherty gibi yazarların eserlerinden yaptığı çevirilerin bir kısmı uzun süre kendi eseri sanıldı, çeviri oldukları daha sonraki yıllarda ortaya çıktı.[142] 2 Mayıs 1948 ile 25 Mayıs 1948 tarihleri arasında Hürriyet gazetesinde yayınlanan Müthiş Bir Tren, Ecel Altı, Saadet, Bir Eşek Hikâyesi, Diş Ağrısı, Çiviler, Gümüş Saat ve Venüs'ün Sevgilisi gibi çeviri öyküleri daha sonraki yıllarda kitaplaştırılarak Müthiş Bir Tren ismiyle yayınlandı.[143] Müthiş Bir Tren ve Gümüş Saat yazarın ölümünden sonra, 1954 yılında yayınlanan Az Şekerli isimli öykü kitabına kendi eserleriymiş gibi alınmıştı, daha sonra bu hata düzeltildi.[143]
Ayrıca Georges Simenon'un "L'Homme qui regardait passer les trains" isimli romanını Gece Yarısı Trenleri adıyla çeviren Sait Faik, bu eseri 1 Aralık 1949 ile 27 Temmuz 1950 tarihleri arasında Yedigün dergisinde yayınladı.[144] Yazarın bu çevirisi 1954 yılında Varlık Yayınları'ndan Yaşamak Hırsı adıyla çıktı.[144]
Sait Faik yaşamının son döneminde, aralarında Mengü Ertel, Ayfer Feray ve Özdemir Asaf'ın bulunduğu bir grup arkadaşıyla bir film şirketi kurma teşebbüsünde bulundu.[145] Plana göre kurulacak şirkete girmek için biner liralık bir ortaklık payı verilecek, Sait Faik senaryolaştırılacak üç öykü yazacak, Mengü Ertel de filmleri yönetecekti. Sait Faik, Burgaz Film Şirketi'nin stüdyosunun Şişli'deki apartmanının üst katı olmasına karar vermişti.[145] Fakat, aynı dönemde hastaneye yatırıldı ve bu plan gerçekleştirilemeden öldü. Sait Faik'in daha önceden de film çekmek istediği biliniyordu. Fikret Ürgüp, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki ilk üç öyküden sürreal bir film çekme planları olduğunu yazarın vefatından sonra anlattı.[146]
Sait Faik Arşivi'ndeki müsveddeler arasında iki de tiyatro oyunu taslağı vardır.[147] Bu oyunlardan ilkinin ismi Saül'dür ve çeviri olduğu düşünülmektedir. İkinci oyunun ismi ise Hıfzısıhha'dır ve yazarın Grenoble'da kullandığı Fransızca gramer defterinin arkasına yazılmıştır.
Yazarın ilerleyen yıllarda Sabahattin Kudret Aksal ve Cahit Irgat gibi arkadaşlarına, ortaklaşa bir tiyatro oyunu yazmayı teklif ettiği bilinmektedir.[148] Fakat bu plan da hiçbir zaman gerçekleşemedi. Recep Bilginer'e göre yazar bir sohbetleri esnasında, üslubunun oyun yazarlığına müsait olduğunu ancak uzun yazmaktan hoşlanmadığını söylemiştir.[149]
1950 ile 1960 yılları arasında Türk edebiyatında iki tür hikâyecilik gelişti. Bunlardan birincisi toplumcu sanatçılar tarafından geliştirilen öyküler iken, diğeri bireysel anlayış kökenli, bireyin iç dünyasına açılan öykülerdi.[150] Sait Faik, tarz kaygısından uzakta, anlatım incelikleriyle süslü hikâyeleri ile ikinci türün öncü ismi oldu.[151]
Sait Faik, kendisinden sonra gelen yazarları da etkilemiştir. Örneğin, Oktay Akbal, kendi öykücülüğü ile ilgili olarak "(...) Sonra Ömer Seyfeddin'den kopuş, Sabahattin Ali ve Sait Faik öykücülüğünün etkileri. Öykü derken ille de başı sonu belli bir olayı anlatmak inancı değişmiş. Kendimi kendim sandığım birini, bir insanı gündelik, basit, iç yaşamıyla vermek denemeleri. Meydan, semt, köprü gibi semt görünüşlerini vermek istekleri, ilk köklü sevgilerin belirtileri..." diyerek geldiği noktayı Sait Faik'le birlikte anmıştır.[152] Adalet Ağaoğlu ise yazarlığa nasıl başladığını anlatırken "İlk gençlikten gençliğe ağdığımız yıllarda, bilebildiğim kadarıyla beni sırtımdan yazmaya doğru güçlü bir rüzgârla iten, Sait Faik hikâyeleri olmuştur" diyerek onun, üzerindeki etkisini açıklamıştır.[4] 2004'te, Sait Faik'in ölümünün 50. yılında yapılan bir sempozyuma katılan şair İlhan Berk "Sait Faik'te Dil" isimli konuşmasında, Abasıyanık'ın öykünün yapısını değiştirmek için verili dili yıkıp yeniden yarattığını söylemiş ve yazarın şiirsel dilinin İkinci Yeni şairlerini, Ferit Edgü ve Demir Özlü gibi yazarları etkilediğini belirtmiştir.[5] Bir diğer şair Ece Ayhan da yazarın Şimdi Sevişme Vakti isimli şiir kitabının Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üzerinde büyük etkisi olduğunu iddia etmiştir.[6]
Yazar Murat Gülsoy Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık kitabında onu şöyle tarif eder: "Sait Faik, edebiyatımızın en Batılı kalemlerinden biridir, insanlarla, toplumla, toplumsal olanla sorunları olduğunu keşfeden bireyin arketipidir. Bu nedenle de hemen her yazar, günü gelir Sait Faik'le hesaplaşmak gereği duyar. (...) Nâzım'ın dediği o "zıpırlıkla hassasiyetin karmaşası"nın bugünden baktığımda Türkiye'de bireysel özgürlük fikrinin gelişiminde çok önemli olduğunu düşünüyorum."[153]
Sait Faik’in, ilk olarak Yedigün dergisinin 9 Şubat 1947 tarihli 727. sayısında yayımlanan, daha sonra Lüzumsuz Adam kitabında yer bulan Menekşeli Vadi adlı hikâyesi 1968 yılında, Lütfi Ömer Akad tarafından Vesikalı Yarim adıyla sinemaya uyarlandı.[154] Filmin başrollerinde Türkan Şoray ve İzzet Günay vardı.
Vesikalı Yarim filminin de senaristi olan Safa Önal 1970 yılında Medarı Maişet Motoru romanını Ağlayan Melek ismiyle filme çekti.[155] Filmin başrollerini Türkân Şoray ve Ekrem Bora oynadı.
Lütfi Ömer Akad 1972 yılında Sait Faik'in Şahmerdan kitabında yer alan Mahpus hikâyesini Irmak adıyla senaryolaştırarak filme aldı. Filmin başrollerini Serdar Gökhan ve Aysun Güven oynadı.
Metin Erksan, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu için hazırladığı Türk Edebiyatı uyarlamaları serisinin ilk filmi olarak Sait Faik'in Müthiş Bir Tren[156] adlı hikâyesini filme aldı.[157] 1975 yapımı film daha sonra, hikâyenin Sait Faik'e ait olmadığı ve filmin komünizm propagandası yaptığı iddialarıyla tartışmalara sebep oldu.[158]
1975 yılında, Tuncer Baytok ve Tanju Turunç birlikte Sait Faik'in Kumpanya hikâyesini TRT için filme aldılar.[159] Kumpanya'yı ilk olarak seslendirme sanatçısı olarak tanınan Ferdi Tayfur'un filme çekmek istediği, bu isteğini Mücap Ofluoğlu aracılığıyla Sait Faik'e ilettiği ve Sait Faik'in teklife çok sevindiği bilinir.
Safa Önal 1981'de, Kayıp Aranıyor romanını ve Baba-Oğul hikâyesini televizyon filmi olarak uyarladı.[160]
TRT 2003 yılında, Ayfer Tunç'un Sait Faik'in hikâyelerinden yola çıkarak yazdığı "Havada Bulut" isimli 4 bölümlük bir televizyon dizisi hazırladı. Dizinin yönetmenliğini Tarık Alpagut yaptı.[161]
Ümit Efekan'ın 2004 tarihli Papatya ile Karabiber filminin senaryosu da Safa Önal tarafından, Sait Faik'İn eserlerinden uyarlanmıştır.
İpekli Mendil adlı hikâyesi, 2006 yılında Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nin desteğiyle Yalçın Kümeli tarafından kısa film olarak çekildi.[162]
2014'te Ali Tansu Turhan Mahalle Kahvesi, 2017'de Müjdat Çetin Öyle Bir Hikâye uyarlamalarına imza attılar.
2016 yılında Yılmaz Atadeniz, Sait Faik'in Medarı Maişet Motoru'undan esinlenerek İkimize Bir Dünya filmini çekti.
Savaş Dinçel, Sait Faik'in yaşamını anlatan, "Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye" isimli tek kişilik bir oyun yazdı. Oyun ilk kez 1993 yılında Macit Koper rejisi ile, gene Dinçel tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oynandı.[163] Savaş Dinçel'in 2007 yılında vefatının ardından İstanbul Şehir Tiyatroları oyunu yeniden programına aldı. Sait Faik'i, Naşit Özcan'ın canlandırdığı oyun, 15 Ekim 2008'de Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nde sergilenmeye başlandı.[7]
Onur Barış'ın yönettiği, 2019 yapımı, Benden Hikâyesi: Sait Faik Abasıyanık Belgeseli, Sait Faik'i, hikâyelerinden kurgulanmış metinler ve röportajlarla anlatıyor. Belgeselde yazarı Mert Er canlandırıyor.[164]
Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine de katıldı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka Lisesi'ndeydi. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için Abasıyanık'ı ikna etmişti.[165] Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti.[166][167]
Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükafatı vermesini istedi.
Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan 1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın vefatından sonra 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verildi.[168]
1978 yılından itibaren, ölüm yıldönümü olan 11 Mayıs'ı izleyen ilk pazar günü Burgaz Adası'nda "Sait Faik'i Anma Günü" düzenlenmektedir.[169] Bu günde ayrıca o yılın Sait Faik Hikâye Armağanı sahibine ödülü de verilmektedir.[169]
Sait Faik'in annesi Makbule Hanım, eşi Mehmet Faik Bey'in vefatından sonra yaşamına Burgaz Adası'ndaki evlerinde devam etti. Yazar da kışları Şişli'de yazları ise adada annesinin yanında kalıyordu. Abasıyanık, hastalığının da ortaya çıkmasından sonra ömrünün son on senesinin çoğunu adadaki köşklerinde geçirdi.
Yazarın ölümünden sonra Burgaz Adası, Çayır Sokak, 15 numaradaki evi annesinin isteği ile müzeye dönüştürüldü.[91] 22 Ağustos 1959 günü açılan Sait Faik Abasıyanık Müzesi 1964 yılından beri Darüşşafaka Cemiyeti tarafından yönetilmektedir. 2009 yılında, güçlendirme, restorasyon ve konservasyon çalışmaları nedeniyle kapatılan müze, çağdaş müzecilik anlayışıyla yeniden düzenlenerek 11 Mayıs 2013 tarihinde ziyarete açılmıştır. Sait Faik'in vasiyeti doğrultusunda ücretsiz olarak hizmet veren müze Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri 10.30-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Müze sanal olarak da gezilebiliyor.[170]
2014 yılında müzenin içinde Sait Faik Araştırma Atölyesi kurulmuştur. Canan Cürgen, Zafer Yalçınpınar, Tekin Deniz ve Şükret Gökay tarafından kurulan atölye, Sait Faik’in edebiyatına ve yaşamına değinen “yeni” bulgulara ulaşmayı amaçlamaktadır. Atölye kapsamında arşiv tarama ve dijitalleştirme çalışmalarının yanı sıra Sait Faik'in eserlerindeki kavramlarla ilgili olarak bilişsel haritalama, mülakat ve diskur (söylem) analizi çalışmaları yapılmıştır.
Müzenin açılması, edebiyat dünyasında da tartışmalara sebep oldu.[171] Orhan Seyfi Orhon, Türk sanatında birçok önemli yazar varken işe Sait Faik'le başlanmasını eleştirmiştir. Orhon'un bu yazısına cevap veren Aziz Nesin ise makalesinde böyle bir müzenin kurulmasının önemli olduğunu vurgulayarak bu müzenin bir öncü olduğunu belirtmiştir.[172]
Hikâye
Şiir
Roman
Çeviri
Röportajları
|